Ana içeriğe atla

Trancendental Dilden, Doğalcı Sematik Dile WITTGENSTEIN

 Trancendental Dilden, Doğalcı Sematik Dile

                                                                         WITTGENSTEIN

                                                                                                 ASREF CALP

   Dil felsefesinin odan noktasına hiç şüphesiz Ludwig Wittgenstein konulur. Çeşitli düşünürlerin de belirttiği gibi dil felsefesine en iyi katkıyı o yapmıştır. Viyana’da doğmuş olan Wittgenstein, Berlin-Charlottenburg Teknik Yüksekokulu’unda mühendislik eğitimini bitirdikten sonra, eğitimini Manchester Üniversitesinde devam etmiştir. Burada özellikle Bertrand Russell ve A.N Whitehead ‘nınPrinciples of Matematics ( Matematiğin İlkeleri) adlı kitabı okuduktan sonra , önce matematiğe oradan matematiğin temel ilkelerine ve böylece mantık ve felsefeye kayıyor. Daha sonra Cambridg’e giden Wittgenstein burada Russell’dan ders alıyor. Böylece felsefi düşüncelere yoğunlaşıyor. Birinci dünya savaşının başında Norveçte yaşıyor. Gönüllü olaran Avusturya-Macaristan ordusuna katılıyor. Savaş boyunca felsefi düşüncelerini sırt çantasına koyduğu not defterine yazıyor. Savaş bitiminde ise İtalyanlara esir düşüyor. Esir düştüğünde daha sonra ünlenen ‘’Tractatus Logico- Philosophicus’’ başlığını taşıyan not defteri çantasındaydı. Bir şekilde bu defter hocası olan Russell’a iletiliyor. Russell’ın da yardımıyla bu notlar,aynı başlıkla Almanca ve İngilizce basılıyor. Bu kitap Wittgenstein’ın ölmeden önce yayınlanan tek kitabıdır. Uzun bir suskunluktan sonra tekrar felsefi failiyetine başlayan Wittgenstein, öğrencilerine ingilizce olarak dikte ettiği ve daha sonra kitap olarak basılmış olan Philosophische Untersuchungen (Felsefi Soruşturmalar), The Blue and Brown Books ( Mavi ve Kahverengi Kitaplar) , Tegebücher (Günlükler) , Philosophische Grammatik (Felsefi Gramer) ve ÜberGewiissheit (Kesinlik Üzerine) eserleri ise ölümünden sonra yayımlanmıştır. Geniş bir eleştiri diliyle yaklaşmakta olan Wittgenstein, iki farklı dönemde incelenmesine sebep olmuştur. Birinci dönemi transcendental bir sematik yaklaşımı varken, ikinci dönemi bu yaklaşım doğalcı bir sematiğe dönüşüyor. ‘’Dünya, olduğu gibi olan her şeydir. ‘’ bu önerme Tractatus’un ilk önermesidir. Burada bir birliğe vurgu yapılıyor. Söz ettiği dünya olguların toplamıdır. Olgular ise şeylerin bir bağlantısıdır. Bu bağlantı sayesinde de dünya dediğimiz uzamsal ve zamansal bir şey oluşur. Bu da taranscendental bir bakış açısıdır. Nasıl ki bir kuşu; kanatları olan, gagası olan, iki ayağı olan vs bir şekilde betimleyip düşünebiliyorsam, aynı zamanda ve uzamda bunların hiçbirini düşünmeden bir kuş hakkında konuşamam. Demek ki burada bir nesneyi olgu bağlamının bağı içinde düşünebiliyorum. Ama bu bağın dışında bir düşünce içerisinde olamıyorum. Karanlık , hiçbir nesnenin olmadığı bir boşluğu düşünmek mümkün ama bir nesneyi uzamsız düşünemem.     


 Wittgenstein, nesnelerin yalın olduğunu belirtir. Bu yalın nesneler dünyanın tözünü oluştururlar. Bu töz anlayışı Spinoza’nın töz-tanrı-doğa eşitlemesine benzetilse de Wittgenstein tanrı kavramını kullanmaz. O dünyayı mantıksal bir dil kullanarak açıklar. Tek tek şeyleri açıklayarak bir bütünlüğe ulaşmak değil, var olanı mantıksal bir dil kullanarak ortaya çıkarır. Bu temelde dünyanın tözü ancak bir biçim belirleyebileceğini, maddesel niteliklerin değil. İlkin bir önerme ortaya konur, nesneleri karşılıklı biçimleri yoluyla kurulurlar. Yani diğer bir tanımla töz dediği biçim ve içeriktir. Nesneler olmadan, dünyanın belirgin bir biçimi olamaz. Nesnelere bu biçimi veren uzam, zaman ve renk(renklilik)tir. ‘’ Yeşil rengini düşünün!’’ bu önermeyi düşündüğümüzde saf olan bir yeşili düşünemeyiz. Zihnimizde mutlaka bir nesne canlanacaktır. Mesela bir karpuz. Bu karpuzu renksiz düşünebilir miyiz? Hayır. Renksiz bir karpuz var olsa bile , öyle bir şeyi görmemiz mümkün değildir. Çünkü bizler iki boyutlu görüyoruz. Bizler olguların tasarımlarını kurarız. Tasarım dediği: mantıksal uzam içinde; olgu durumlarını, olgu bağlarının var olmalarını ve var olmamalarını ortaya koyar. Bir keçinin boynuzlarını alıp, bir kurbağanın başına koyabilir ve o kurbağanın başını alıp bir insan bedenine takmayı hayal edip zihnimizde tasarlayabiliriz. Ama gerçeklik de böyle bir şeyin var olmasına gerek yoktur. Bu bize zihnimizin tasarım yapmakta özgür bir eylemde bulunmamızı sağlar. İnsan zihninin üç boyutlu olarak çalışması bize iki boyutlu olarak gördüğümüz nesnelerin anlamamızı sağlar. Bu aynı zamanda mantıksal olandır. Yani her tasarım aynı zamanda mantıksaldır. Ama her tasarım uzamsal olmayabilir. Tasarımların , doğru veya yanlış olduğunu bilmek; ancak o tasarımı gerçeklik ile karşılaştırmamız gerekir. A priori bir tasarım doğru olmayacaktır. Zihnimizde doğru bir tasarım yapmamız için deneylememiz gerekir. Bir ağacın tasarımını doğru bir şekilde yapmamız için , onu daha önce görmemiz gerekir. Buda bizi olguların mantıksal bir tasarımına götürür. Olguların mantıksal tasarımı ise düşüncedir. Mantıksız olan bir şeyi düşünemeyiz. Mantıksız olan bir dünyanın neye benzediğini de zihnimizde tasarımını yapamayız. Aynı şekilde mantıksız olan bir şeyi ‘’dil’’ ile açıklamak da mümkün görünmüyor. Havaya attığımız bir topu, yere doğru düşmesi yerine havaya uçması fizik yasalarına aykırı düşen bir olgu durumu olabilir. Ama geometri yasalarına aykırı bir örnek vermek pek de mantıklı gelmez. Örneğin yuvarlak bir üçgen düşünemeyiz. Aynı şekilde köşeli bir çember de düşünmemiz mantıksız olur. Fakat havaya attığımız bir topun uçması bize mantıksız gelmez. Topun yere düşmesi yerine havaya sıçramasını daha önce deneylemediğimiz sürece ancak yanlış bir tasarım olacaktır. Fakat mantıksız değildir. Mantıksız bir şeyi düşünmediğimiz gibi dile de dökemeyiz. Duyusal olarak çıkardığımız sesler veya düşünceyi dile getirmemize yarayan ime, önerme (tümce)-imi olarak belirtir. Ve aynı şekilde önerme de dünya ile izdüşümsel ilişkisindeki önerme-imidir. Önermeler aynı zamanda bir olgudur. Nasıl ki müzik bir ses karışımı değilse, önermelerde bir sözcük karışımı değildir. Belirli bir ahengi içeren müzik gibi önermeler de mantıksal bir dizime sahip olması gerekir. Önermelerin anlam kazanması, yalnızca olgular dile getirebilir. Bunu bir ad sınıfı yapamaz. Wittgenstein’ın, Frege’den ayrılan yönü tamda burasıdır. Frege önermeyi birleşik bir ad olarak niteledi. Ama Wittgenstein birliğe vurgu yapıyor. Peki ama ‘ad’lar ne işe yarıyor? Ad, önerme içinde nesnenin yerini tutar. Yukarda da belirtildiği gibi nesnelere biçimi vere uzam, zaman ve renklerdir. Burada da adlara anlam veren önermelerdir. Ve yine ad, bir temel imdir. Ad, nesneyi imler. Aynı şekilde önermede kullanılan yalın imler de addır. Ulaşılması gereken mantıksal bir dilbilgisi veya bir söz dizimidir. Düşünce anlamlı birer önermelerdir. Bu önermelerin toplamı dil olacaktır. Gündelik dilde insanların tek tek çikardıkları seslerin nasıl çıktığını bilmez. Bunun üzerine pek de düşünmez. Bu yüzden dil aslında düşünceyi örter. Çıkarılan ses düşünmeden ortaya çıkmaz. Kant’ın belirttiği gibi ‘’ Aklımız konuşur ama dilimiz önde gider.’’ Wittgenstein bahsettiği de aslında böyle bir şeydir. Düşünüyoruz ama dil kendini gösterir. Wittgenstein, bütün felsefesini aslında bir ‘’ Dil eleştirisi’’ olduğunu söyler. ( Tractatus-4.0031) Ama bu dil mantıklı bir dil olması gerekir. Dil aslında tasarımı kurmaya dayanır. Müzik, resim, yazı, matematik… vs hepside aynı mantık üzerine kuruludur. Gerçeklik ile önerme arasındaki bağlantıyı yine mantık kurar. Bu temelde felsefenin amacı bir öğretiden çok düşüncenin mantıksal açıklığıdır. Birinci döneminde görüldüğü gibi katı bir dil kuralını ortaya koymakta. Bu birazda Kant’ın akla haddini bildirmesine benzer. Zaman ve uzam dışında susmak gerekir. Çünkü zaman ve uzamın dışına çıkmak insan aklını aşan ve kendi dışına çıkmak anlamındadır. Buradaki fark Wittgenstein, ‘’Akıl nedir?’’ sorusu yerine ‘’Dil nedir?’’ sorusuna cevap verir. ‘’Dil nedir?’’ sorusunu Wittgenstein ikinci dönem diye incelediğimiz döneminde de aynı soruyu sorar. Özellikle ‘’ Felsefi Soruşturmalar’’ kitabında anlayacağımız gibi dile farklı bir eleştiri ile yaklaşmaktadır. Dünyanın yalın birliğinden çok birleşik oluşundan söz eder. Sembol, sözcük, önerme dediğimiz şeyler farklı işlevlere sahiptirler ve çok çeşitli kullanımları vardır. Buna göre sözcüklerin anlamını kavramak için onların temsil etti nesneyi aramayı bir kenara bırakıp , sözcüklerin işlev farklılıklarını göz önünde bulundurmalıyız. Kelimelerin ve önermelerin tek ortak işlevinden bahsetmek ideal bir gerçeklikte var olması gerektiğini talep etmektir. İmkansız bir idealin peşinden koşmak boşunadır. Bu anlayış gençlik dönemine( birinci dönemine) bir eleştiridir. Çünkü Wittgenstein uzun bir suskunluktan sonra döndüğünde bambaşka bir düşünceyle dönüyor. Matematiksel, tekçi bir dil anlayışı yerine birleşik bir dilden bahsediyor. Şüphesiz ikinci dönemi bir ‘’Dil oyunu’’ birleşenidir. Bu matematiksel bir mantık dilinden çok zihinsel bir süreçtir. Dili ve bağlı olduğu olguların bütünü birer dil oyunudur. ‘’ Felsefi Soruşturmalar’’ adlı kitabı Augustinus’un ‘’İtiraflar’’ adlı kitabının bir pasajıyla başlar. Augustinus, dili tekrarlar sonunda artık zihne yerleşen nesnelerin imleri sayesinde bir dil oluştuğunu göstermekte. Wittgenstein da aslında bu düşünceyi biraz daha geliştirmeye çalışmış gibi görünüyor. Söz ve yazı olmadan insanlar birbirleriyle anlaşamazlardı. Dili bir aile olarak görebiliriz, ticaret dili, akademik dil, İngilizce, Fransızca vs hep kullanırız. Bunlar aslında birer dil aileleridir. Peki bunlar nasıl birbirleriyle anlaşıyor veya çıkardıkları seslerle nasıl anlaşıyorlar? Sadece ses çıkarmakla bir anlaşma sağlanabilinseydi, hayvanlarda ses çıkarır. Mesela bir horozda tavukları çağırınca ses çıkarıyor. Ama o horozun ne dediğini anlamıyoruz. Veya iki farklı aksan konuşan, birbirlerinden yeterince uzak olan Çinli biri ile İngilizce konuşan bir İngiliz de birbirlerini anlamıyorlar. Ancak insanlar birbirinin dillerini pekala öğrenebilirler. Ama bir insan bir hayvanın dilini öğrenemiyor. Hiç şüphesiz insanların dilleri birbirinden bağımsız değildir. Farklı aksanların ortaya çıkması, kabile şekline ayrılmış olan insanların doğaya uyum sağlarken çıkardıkları seslerden dolayı farklılaşabiliyor. Ama burada önemli bir nokta var ki zihin yapıları aynı olmasıdır. Zihinlerin çalışma şekli aynı olduğundan dolayı birbirlerini anlayabiliyorlar. Örneğin çıkardıkları seslerden birbirlerini anlamayan bir inşaat ustası ve çırağını düşünelim: usta duvar ördüğünde, ona lazım olan malzemeleri ilk başta çırağına işaret ederek ve aynı anda istediği şeyin adını da söyleyerek ister. Tuğla dediğinde aynı anda parmağıyla işaret de etsin ve diğer malzemeler için de aynı yöntemi kullansın. Bir süre sonra çırak işaret edilmeden de söylenen şeyleri getiri. Ve hatta ustası bir duvar ördüğünde lazım olan malzemeleri artık sırasına göre getirmesini de öğrenir. İşte bu durum bir dil oyununa örnektir. ‘’Tuğla’’ dediğimizde o nesneye bir ad yazılı bir etiket yapıştırmış oluyoruz. Bu adı her kullandığımızda zihnimizde bir resim belirleniyor. Her ne kadar ‘’Tuğla!’’ seslenişi ile ‘’ Tuğla getir!’’ cümlesindeki ‘’getir’’ eksik olsa da ‘’Tuğla!’’ diye seslenmek aslında ‘’Tuğla getir!’’ cümlesinin kısaltılmış halidir. Wittgenstein, Tractatus’ da belirttiği mantık diline karşılık dilin aletlerinin ve bunların kullanım tarzlarını çeşitliliğin, sözcük ve önerme çeşitliliğine vurgu yapar. Çünkü dil kullanımında bir öyküyü uydurmak, tekerleme söylemek, küfretmek, şaka yapmak vs gibi bir kullanımı da var. Bundan dolayı dil doğalcı bir sematiğe mevcuttur. Onu tek bir kalıba sokup açıklayamayız. Dil; zihnimizde canlandırmış olduğumuz biçimsel birlik değil, birbirleriyle az çok akrabalıkları olan yapıların oluşturduğu bir aile gibidir. Dil-oyunları böyle bir şeydir. Benzerlik ve benzemezlik yoluyla, dilimizin koşullarına ışık tutumak üzere karşılaştırma nesneleri olarak vardırlar. Bir şey hakkında konuştuğumuzda o şeyi betimleriz. Zihnimizde bir resim çizeriz. Bu da dil-oyunlarını bilmemizden kaynaklanıyor. Betimlenen bir şey biçimsel bir birliktir. Dilin dayandığı veriler; dilin içerisine oturduğu yapı, değişmez nesnelerin oluşturduğu bir yapı tarafından değil ortak insan doğasına aşılanmış bir yaşama-biçimleri örüntüsü tarafından verilir. Kabul edilmesi gereken yaşama-biçimidir. Bir yaşama biçimi , haklı gösterilmemiş ve haklı gösterilemez olan bir insan etkinlikleri örüntüsüdür. Paylaşılmış doğal ve dilsel tepkilerden, tanımlardan ve yargılardaki geniş ölçekli uzlaşımdan ve bunlara karşılık gelen davranışlardan oluşur. Bir kültüre vurgu yapılmaktadır. Bir dil-oyununu oynamak, bir kültür çevresine yerleşmektir. Bu bakımdan bir dili tasarlamak aynı zamanda bir kültür tasarlamakla eşdeğerdir. Ve nihayetinde dil-oyunu oynamak da artık yürünmeyecek bir son veri olarak kalıyor.


http://asrefcalp.blogspot.com/sitemap_location.xml
http://www.google.com/ping?sitemap=https://asrefcalp.blogspot.com/sitemap.xml
KAYNAKLAR

  • Wittgenstein, Ludwig: Tractatus Logico – Philosophicus, çev. Oruç Aruoba, Metis Yayınları, İstanbul 1985 
  • Wittgenstein, Ludwig: felsefi Soruşturmalar, çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları, İstanbul 2007
  •  Altuğ, Taylan: Dile Gelen Felsefe, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2001
  • Störig, Hans Joachim: Dünya Felsefe Tarihi, çev. Nilüfer Epçeli, Say Yayınları, İstanbul 2011 
  • Kant, Immanuel: Prolegomena, çev. İoanna Kuçuradi- Yusuf Örnek, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 2000

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ETİK (ETHOS)

  ETİK (ETHOS) ·           İyi olan nedir? ·           Nasıl yaşamalı? ·           İyi yaşam nasıldır? Ø    Niyet Ahlakı (Kant) Ø    Sonuç Ahlakı ( Aristoteles) Ø    Ödev Ahlakı (Modern)     Etik genelde Felsefenin değerlerle olan kısmını oluşturur. Bu anlamda etiğe başlarken ilk yaptığımız ayrım : olgu ve değer ayrımıdır. Havanın soğuk olmasından bahsederken    bir olguya yada gerçekliğe işaret ederiz. Fakat bir şeyin iyi veya kötü olmasından bahsederken bir değer yargısından bahsederiz.    Erik genel anlamıyla değerlerle ilgilenen bir felsefedir. Belli başlı sorular değerin olup olmadığı – eğer varsa- ne tür varlığa sahip oldukları, değerlerin yapısı özenel mi –nesnel mi yada başka türden mi, değerlerin kaynağı veya bir değer    yapan şeyin ne ...

DÜALİZM VE MATERYALİZM PARADİGMALARI ÜZERİNE

DÜALİZM VE MATERYALİZM                PARADİGMALARI ÜZERİNE                                     Asref CALP                      Özet  Bir kuramın paradigma olarak kabul edilmesi için öncelikle rakiplerinden daha güçlü görülmesi gerekir. Bu bağlamda düalist ve materyalist kuramları birer paradigma olarak ele almak yanlış olmaz. Nitekim; 1962 yılında bilim tarihi, bilim felsefesi ve bilim sosyolojisi alanlarında adeta bomba etkisi yaratmış ve o tarihten bu yana çağdaş bilim ve felsefe dünyasının temel klasiklerinden biri olarak kabul edilen T.S. Kuhn’un ‘ Bilimsel Devrimlerin Yapısı’ adlı yapıtı önemli bir kaynak niteliği taşır.    Bu makalede özellikle son dönemde felsefe dünyasının yakından takip ettiği ve üzerinde çokça tartışılan Zihin Felsefesinin konusu olan zihin-beden ya da ...

FENOMENOLOJİK VARLIK KURAMI VE BİLİNÇ LEVİNAS

                FENOMENOLOJİK VARLIK KURAMI VE BİLİNÇ                                       LEVİNAS                                                                                                   Asref CALP        Fenomenoloji karşılaştırır, ayrım yapar, bağlar, ilişkiye sokar, parçalara böler, ögelerine ayırır. Ama her şeyi saf görmeyle yapar. Kuramlaştırma, matematikleştirmez; zira, tümdengelimli kuram anlamında hiçbir açıklamada bulunmaz. İlkeler olarak nesneleştirici bilimin olanaklılığına egemen olan temel kavram ve ilkeleri açıklayan fenomenoloji nesneleştirme bilimin baş...