Ana içeriğe atla

UYGARLIĞIN GELİŞİMİDE ARZUNUN YÖNETİMİ

               
UYGARLIĞIN GELİŞİMİDE ARZUNUN YÖNETİMİ

                                                                                             Asref CALP

   İnsan, toplu halde yaşamak zorunda olan bir varlıktır. Hayatta kalması için toplu halde yaşaması zorunlu gibi görünüyor. Bu da insanı uygarlığa doğru götürür. Uygarlık, insanlığın varoluşunun tek teminatı olarak yorumlasak yanlış yapmış olmayız. Elbette uygarlık kavramını farklı bir şekilde yorumlayanlar var. Ama bizim bu çalışmada üzerinde duracağımız isim Sigmund Freud olacaktır. 
  Freud’ un kavramlarının bireysel psikolojiyi mi açıkladığı yoksa aslında insanın  tür olarak bir topluluk halinde yaşama öğretimi ile ilgili temel yasaları mı bunu açıklamaya çalışması mıdır? 
  Freud’ a kadar insanın yaşam bütünlüğü var bu yaşam bütünlüğünün yöneleceği hedef var. Bu hedefi belirleyen şey akıl. Akıl hangi yöne yöneleceğini belirler. Sokratik varsayımın söylediği şey, Freud ise diyelim ki birkaç tane istenebilecek seçenek var ve birkaç bireyde var, bu bireylerin bireysel olarak yöneleceği nesneler, hedefler değişebilir. Çeşitli şekillerde değişebilir. Öğreğin kimisi elmayı sever kimisi sevmez. Diyelim ki aynı elmayı iki kişi istedi. Freud’a göre bu iki kişi oturup düşünmez; hangisi faydalı ona yöneleyim. Çünkü arzunun kendisi, kendi başına hiçbir sebep aramadan bir açıklama gerektirmeden, orta olan bir şey iki birey aynı şeyi istediğinde çatışma başlar. Çünkü ikisi de istediği şeyi almak ister. Ve almaya çabalarken isteyen kısmın kendisini Freud arzunun genel ilkesi ‘id’ olarak adlandırır. Arzunun bir mantığı yoktur. İster yada istemez. Bu saf arzu, saf isteme id olarak adlandırır. Ve bunu öz olarak cinsel bir çağrışım olması gerekmez.

  Yaşam kendini devam ettirmeye çalışan şeydir. Bir ağaç açısından düşündüğümüzde: yaprağı var, dalları, gödeşi, meyvesi var. Bütün bu ağaç sadece çekirdeği toprağa düşürüp o topraktan bir daha verim almak için yapar. Meyvenin kendisi çekirdeğin etrafında, çekirdeğin ihtiyaç duyabileceği şekeri sağlar. Hayat, kendini devam ettirmek için böylesi döngüler kurar. Baktığımızda sanki meyvenin kendisi bir amaçmış gibi görürüz. Halbuki o meyve de devam etmesi gereken kendini ayakta tutan çekirdektir. Ağacın kendi yaşamını devam ettirmek için çekirdek üretmeye ve meyve üretmeye çalışmasını sağlayan temel enerjiye Freud ‘Libido’ der. Yaşam arzusu der. Bu yaşam arzusunu insana yüklediğimizde cinsellik ön plana çıkıyor. 
   Aynı hedefe iki şey yöneliyor diyelim. Her ikisinin  de libidosunun temel taşıyıcı ilkesi olan id hedefe yöneldiğinde bu hedefe yönelmesini sağlayacak olan araca akıl diyor. Biz bir şeye gitmek isteriz. Bizi oraya götüren araca akıl demekte. Aradaki fark şu: akıl bizim arzularımızı gerçekleştirmemiz için bize çeşitli yollar bulan, biz ve dünya arasındaki işimizi görenler aracıdan başka bir şey değildir. Kendi başına bir değer, bir ilke, evrensel her insanda görülen bir şey değildir. Akıl bizim ulaşmak istediğimiz hedeflere arzumuzun yöneldiği hedeflere ulaşmamızı sağlayan bir araçtır. Aklın taşıyıcı ilkesine de ‘ego’ diyor. Arzunun gerçekleşmesini sağlayan ise yine akıldır. Ama bu aracın temel taşıyıcı ilkesi ise egodur. 
  Benim dışımdaki nesneler düzlemine gerçeklik ilkesi denir. Benim sürekli istemem, istiyor olmam ‘Haz ilkesi’ dir. Ego, benim hazzı devam ettirmem bu isteklerimi gerçeklikle uzlaşmasını sağlar.
   Akıl Sokratik varsayım da olduğu gibi tek başına değer değildir. Esas değer bizim arzularımız ve gerçeklik düzlemin arasında ki çelişkinin çözülmeye çalışılmasıdır. Bebek anne rahmindeyken bu gerçeklik ilkesiyle karşılaşmamıştır. İhtiyaç duyduğu her şeyi anneden göbek bağıyla alır. Bu yüzden de bir kaygısı veya bir korkusu olmaz. Ama ilk travması göbek bağının kesilesi, bu hazzın bir anda kesilmesi ve gerçeklik denen ikincil düzlemle karşılaştığı andır. İki düzlem oluşması demek, tarihi ve tarihsel çelişkiyi birey için ortaya çıkarmıştır.

  Gerçeklik düzlemi arzuların gerçekleşmesini o kadar kolay olmadığını söyler. Bu açıdan bir bireyin ilk travması kendi arzularını hemen gerçekleşmesinin mümkün olmadığı gerçeklik düzlemine çıktığı andır. O zamana kadar annesinden dolaysızca bunların hepsini alır.  Dolaysızlık burada biter ve çelişki burada başlar. Gerçeklik ben olmayan ve bana direnen şey olarak kendini gösterir. Freud bir bebek doğduğunda sadece  arzu olarak doğar. Annesini ister, yemek ister vs. bu tohum bulmakla alakalı bir durumdur. Bir tohum yaşamak hayatta kalmak sonunda da kendi tohumunu üretmek ister. Bu bir yaşamsal ilkedir. 
  İki birey aynı kişiye aşık olduğu zaman bu iki birey yöneldiği kişiyi elde etmek için bir birini öldürmez. Ama aslan ceylanı av olarak gözüne kestirdiğinde onu yemek için başka bir aslan karşısına çıksa onunla savaşır. Bizi diğer hayvan türlerinden ayıran yönde budur. Bu da bizi diğer hayvanlardan daha örgütlü olduğumuzu gösterir. 
   Bireysel yaşamın ürünü olarak gider bir meyve alırım. Soyumun devamı için çiftleşir, bir baraka yaparım en fazla. Ama şuan içinde yaşadığımız yapılar, bireysel yaşamın ürünü değildir. Örgütlü yaşam bize binaları, belediyeleri, parkları vs. yaptırır. İnsanın doğasında istemek var ve bu istemenin gerçeklik ilkesine uydurulması etrafında gelişmektedir. Bu örgütlü yaşam insan doğasına terstir. İçinde doğduğumuz toplum çeşitli şekillerde, çeşitli kurallarla karşımıza çıkar. Bu kurallar bizim arzularımızın gerçekleşmesini engeller, erteler, yönünü değiştirir. Arzu her gün kendini yeniden yaratır. Freud’un medeniyet dediği şey bir kişinin tek başına yapamayacağı ama birlikte örgütlenerek uzun zaman içerisinde gerçekleştireceği, tam da son zaman içerinde gerçekleşeceği için o gün seni tatmin etmeyecek ama yıllar sonra seni tatmin edecek şeydir. Bu bağlamda Freud bizi şu soruya götürür: Neden bireysel psikoloji ve medeniyet çatışıyor? 
  Bireysel psikoloji o gün basit bir şeyler ister, o gün gerçekleştirmek ister arzusunu ama medeniyet arzunun sürekli ertelenmesini öne koyar. Medeniyet daha büyük projeleri gerçekleştirmek için bireysel arzuların ertelendiği bir örgütlülük biçimidir. Uygarlığın huzursuzluğu da burada başlar.
  Freud çağını anlamaya çalışırken bunun tek tek bireylerin yaşantıları il ilgili olmadığını bu yapının insanın bir bireyin türün bir birey olmasından kaynaklı olduğunu söyler. Medeniyet formu içerinde bir arada ve örgütlü bir şekilde yaşayan bir topluluk üyesi olmaktan kaynaklanır. Medeniyet bireyin rahatlığı için ortaya çıkan bir şey değildir. Medeniyet topluluğun örgütlü biçiminde yaşamasını önemseyen ve bunu ölçüt alan bu yolda da bireyin tatmini değil, toplumun uzun vadeli tatminini gerçekleşmesi yasası vardır. Toplum bunu süperego düzleminde şunu der : bireysel arzularını engellersen medeni olursun, seni severiz. Bu nedenle Freud psikolojik rahatsızlıklar medeniyetin bir ürünüdür demektedir. Freud’a göre istediğimiz : istediğimiz anda yapamıyoruz. Medeniyet sabredin diyor. Süperego bu durumda bizim arzularımızı ertelemeye, ona şekil vermeye çalışan uzlaşımsal bir düzlemeye dönüştürüyor. Yani aklı itiyor. Kuralların devam etmesi uzlaşımsal bir şeydir. Süperego kavramsal düzlemde bize arzularımızı sunar ve biz kendimizi tatmin etmiş gibi hissederiz. Ensestin yasak olmasının hiçbir mantıklı sebep yoktur. Bireysel haklarımız toplumun medeniyet, toplumun örgütlülüğü ve güç kontrolünün güçlendiği oranda bireysel hakları genişletir. Tehlikesi hale geldiği oranda da bireysel hakları daraltır.  
   Bireysel hakların daraldığı dönem sadece Freud’un yaşadığı dönemle sınırlı değil tabi. Peter Burke’nin ‘’Yeniçağ Başında Avrupa Halk Kültürü’’ adlı eserinde verdikleri örnekler, bizi Babil dönemine kadar benzer sıkıntıların yaşandığını gözler önüne seriyor. Örneğin Babil zamanında Sakaide diye bir şenlik yapılırdı. Bu şenlik senede bir kes olmasına rağmen bütün bir toplumsal kurumların hepsinin alabildiğince eleştirildiği, kötü gösterildiği, etrafta görülen şeyleri yakılıp-yıkıldığı bir şenliktir. Bu yıkıcı güç aynı zamanda devrimci bir güç olarak da yorumlanabilir. Fakat bu güç aynı zamanda geri dönüşümünde tekrar otoriteye ihtiyacı pekiştirir. Yani Babil döneminde senede bir yapılan bu şenliğin, şenlik bittiği zaman insanlar düzene karşı, iktidara karşı tün arzu isteklerini orada gerçekleştirir.   Fakat bu arzuyu gerçekleştirmek geçicidir. Yani tekrar uygarlık dediğimiz düzene geri dönerler. Bu kutlamalar Eylül ayında yapılırdı. Eylül ayında olmasının sebebi; hasat kışa hazırlık yapılır, geri kalan her şey tüketilirdi. 
  Babil döneminde görülen şenlikler, Roma döneminde küçük gruplar halinde başlamış. Geceleri kadınların tenha bir yerde toplandığını fark ediyorlar. Burada toplanan kadınlar kendi aralarında bir kutlama yaptıkları gözlemlenmiş. Kutlama başta sadece kadınlarla başlıyor. Daha sonra bu gecelere erkeklerde dahil olmuşlar. Erkeklerin dahil olmasıyla özellikle sınırsız cinsellik hat safhaya çıkıyor. Bunanla birlikte danslar, şaraplar, çeşitli ot yakıp sarhoş olana dek eğlence. Bunun yanında bir de şiddet uygulandığı gözlemlenmiş.  Gittikçe yaygınlaşan bu kutlamalar, artık kontrolden çıkmaya başladığını gözlemleyen Roma iktidarı, buna bir yasaklama getirilmesi gerektiği sonucuna varılıyor. Eğer bu kültün Roma dinine uygun olduğunu iddia edecek biri varsa onu meclise davet edeceğiz ve bir komisyon karşısında bunu savunacak haklı bulunursa Roma dinine dahil edilecektir. Tamamen yasal zemine girmiyor. Sınırlı bir zemine oturtup kontrol altına almayı başarıyorlar. 
   Hıtistiyanlık ortaya çıktığında karşısında şöyle bir olgu buluyor: pagan inancını ele geçirmiş bir kült ve paganlığı dünyevi keyif ve zevklerle biliniyorlar. Kilise ne yapalım da bu insanları paganlardan Hıristiyanlığa çekelim? Paganlığın bütün rütüellerinin birer kopyasını Hıristiyanlığa uyguluyorlar. Böylelikle Hıritiyanlık pagan inancını asimile etmeye başlıyor. Kilise arzunun sınırsızca yaşandığı bir etkinlik düzenliyor. Ama diyorlar ki hıristiyan olun biz size karnavallarda  istediğiniz gibi eğlenme hakkı vereceğiz. Tek istediğimiz karnaval bittikten sonra paganlığınızı toprağa gömün ve kiliseye gelin, perhizde  hıristiyan olun.

  Hıristiyanlar paganları çekebilmek için epey bir özgürlük alanı tanıyorlar. Başlangıçta birkaç gün olan karnaval, daha sonra üç aya çıkarılıyor.  Karnavalla da perhiz döneminde ne yapılmıyorsa o yapılıyor. Et yememe, içki içmeme, cinsel ilişkiye girmeme bunun tersi karnavalda yapılıyor. Halkın normalde yapamayacağı her şeyi imtiyazlı bir alanda yapılıyor. Ama kısıtlı bir sürede. Karnaval bitince iktidar geri dönüyor. 
  Karnavalda seyirci ve sanatçı birliği var. Halkın kendi birliğini gördüğü alanlar oluyor ve ilk defa biz, halk gibi ifadeler burada ortaya çıkıyor. Halk kendini tikel olarak değil bir bütünlük olarak görüyor. Bir birey ölse bile kendi devamlılığını sağlayacak olan ve örgütlü olduğu müddetçe hiçbir güç tarafından yenilmeyecek olduğunu görür. Halk bu etkinliklerde kendi birliğini ve siyasal öznesini görmeye başlıyor. Ben varım ve ben bireylerden ibaret değilim. Bireyleri öldürseniz bile halk zaman içerisinde devam eder. Kendini yeniden üretir ve bu varlık (halk) asla ölmez. Bu düşüncenin ortaya çıktığı görülüyor. Peki ama nasıl görülüyor?
  Başlangıçta sadece küçük eğlenceler olan bu kutlamalar, zaman içerisinde yayılıyor. Dolayısıyla halkın birlikte hareket etme, birlikte siyasal bir mücadele verme deneyiminin yaşandığı bir alana dönüşmeye başlıyor. Maske takıp istediğini yapıyor, suç oranı karnavallarda yüksek oluyor. Orta sınıf, burjuva, zanaatkarlar, köylüler kendi takımlarını oluşturup çeşitli oyunlar oynuyorlar.
  Kiliseyi, siyasal iktidarları ve güç odaklarını eleştirebilecekleri çeşitli şeyler yazıyorlar ve çıkıp okuyorlar. Bu açıdan da ifade özgürlüğü sağlar. Geçit töreni ile bir bayrak ile geçit töreni yapıyorlar. Yarışmalar yapıp bir kral seçiyorlar ve tüm karnaval boyunca ne yapılıp ne yapılmayacağı kuralını koyan kişi oluyor. Yani çakma kral rolüne bürünüyor. Burada şunu göstermeye çalıyorlar: biz halkız biz seçeriz. Maske dolasıyla şiddet ve cinsellik sınırsızca yaşanabilen şeyler oluyor.
  Esas öz olan şey gündelik hayatın tersine çevrilmesi; gündelik hayatta yapamadıkları şeyleri yapmasıdır. Dolayısıyla gündelik hayatın tersine çevrilmesi baş aşağı dünya , tersine dünya diye bir uygulamayla yüzlerce yıl içerisinde kendini gösteriyor. O denemin karnaval bakış açısını gösteriyor. 
   Karnaval zamanla şeytancıkların egemen olduğu kısıtlı bir alan oluyor. İktidarlar da bunun karşısında şöyle bir seçenek geliştirmek zorunda kalıyor. Ya biz bunların hepsini yasaklayacağız. Yada izin verirsek kontrol altında tutacağız. 
   1044 Paris karnavalını incelemeye bir uzman ekip gönderiliyor. Burada her türlü günahın işlendiği gözlemleniyor. Fakat şarap fıçılarını düşünün, fıçının her tarafı kapalı olursa bir zaman sonra fermütasyondan dolayı patlar. Bir küçük delik bırakmak gerekir ki patlamasın. Bunun gibi toplumsal olayların patlamaması için de biz insanlara böyle ifade alanlarını bırakmalıyız ki kontrol edilebilsin. Dolayısıyla karnavallar ne kadar yıkıcı olursa olsun karnavallara izin veriyor. Bu şekilde hem kontrol ediliyor hem de başkaldırmayı önlemiş oluyorlar. Bu şekilde iktidarlıklarını devam edebilmişler.  
   Sonuç olarak insanın hayvansal olan içgüdüsünü de ortaya çıkarma ihtiyacı duyduğu görülmektedir. Bu arzusunu uygarlığın gelişimde nasıl bir rol üslendiği görülmektedir. C.G Jung’un da bahsettiği gibi, anlam dediğimiz şey bizle birlikte vardır. Her şeyi icat ederiz. Ama buna bir anlam yüklememiz sonucu var oluyor. Bizler bir şeye anlam yüklemediğimiz zaman o şey pek de var olduğu söylenemez. Var olsa bile hiç kimse tarafından dinlendirilmediği için yok gibidir. İnsandaki arzu da böyle bir şeydir. Arzumuzu yaşamadığımız sürece yokmuş gibi bir algı oluyor. Ve bazen bu körelebiliyor.  En nihayetinde arzumuzu yaşamadığımız sürece uygarlığında pek bir gelişme yaşanmadığı sonucuna varıyoruz. Çünkü bizi var eden arzularımızdır. Arzularımızı yaşamadığımız sürece de farklılık olmaz. Farklılık olmadan da uygarlık gelişmez. Hep sabit bir çizgide kalmaya mahkum olur. 








                                      KAYNAKÇA 
 Freud, Sigmund: Uygarlığın Huzursuzluğu, çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları, İstanbul 2014
Burke, Peter: Yeniçağ Başında Avrupa Halk Kültürü, çev. Göktuğ Aksan, İmge Kitapevi Yayınları, Ankara 1996 
Jung, Carl Gustav: Dört Arketip, çev. Zehra Aksu Yılmazer, Metis Yayınları, İstanbul 2005
 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ETİK (ETHOS)

  ETİK (ETHOS) ·           İyi olan nedir? ·           Nasıl yaşamalı? ·           İyi yaşam nasıldır? Ø    Niyet Ahlakı (Kant) Ø    Sonuç Ahlakı ( Aristoteles) Ø    Ödev Ahlakı (Modern)     Etik genelde Felsefenin değerlerle olan kısmını oluşturur. Bu anlamda etiğe başlarken ilk yaptığımız ayrım : olgu ve değer ayrımıdır. Havanın soğuk olmasından bahsederken    bir olguya yada gerçekliğe işaret ederiz. Fakat bir şeyin iyi veya kötü olmasından bahsederken bir değer yargısından bahsederiz.    Erik genel anlamıyla değerlerle ilgilenen bir felsefedir. Belli başlı sorular değerin olup olmadığı – eğer varsa- ne tür varlığa sahip oldukları, değerlerin yapısı özenel mi –nesnel mi yada başka türden mi, değerlerin kaynağı veya bir değer    yapan şeyin ne ...

DÜALİZM VE MATERYALİZM PARADİGMALARI ÜZERİNE

DÜALİZM VE MATERYALİZM                PARADİGMALARI ÜZERİNE                                     Asref CALP                      Özet  Bir kuramın paradigma olarak kabul edilmesi için öncelikle rakiplerinden daha güçlü görülmesi gerekir. Bu bağlamda düalist ve materyalist kuramları birer paradigma olarak ele almak yanlış olmaz. Nitekim; 1962 yılında bilim tarihi, bilim felsefesi ve bilim sosyolojisi alanlarında adeta bomba etkisi yaratmış ve o tarihten bu yana çağdaş bilim ve felsefe dünyasının temel klasiklerinden biri olarak kabul edilen T.S. Kuhn’un ‘ Bilimsel Devrimlerin Yapısı’ adlı yapıtı önemli bir kaynak niteliği taşır.    Bu makalede özellikle son dönemde felsefe dünyasının yakından takip ettiği ve üzerinde çokça tartışılan Zihin Felsefesinin konusu olan zihin-beden ya da ...

FENOMENOLOJİK VARLIK KURAMI VE BİLİNÇ LEVİNAS

                FENOMENOLOJİK VARLIK KURAMI VE BİLİNÇ                                       LEVİNAS                                                                                                   Asref CALP        Fenomenoloji karşılaştırır, ayrım yapar, bağlar, ilişkiye sokar, parçalara böler, ögelerine ayırır. Ama her şeyi saf görmeyle yapar. Kuramlaştırma, matematikleştirmez; zira, tümdengelimli kuram anlamında hiçbir açıklamada bulunmaz. İlkeler olarak nesneleştirici bilimin olanaklılığına egemen olan temel kavram ve ilkeleri açıklayan fenomenoloji nesneleştirme bilimin baş...