FENOMENOLOJİK VARLIK KURAMI VE BİLİNÇ
LEVİNAS
Asref CALP
Fenomenoloji karşılaştırır, ayrım yapar, bağlar, ilişkiye sokar, parçalara böler, ögelerine ayırır. Ama her şeyi saf görmeyle yapar. Kuramlaştırma, matematikleştirmez; zira, tümdengelimli kuram anlamında hiçbir açıklamada bulunmaz. İlkeler olarak nesneleştirici bilimin olanaklılığına egemen olan temel kavram ve ilkeleri açıklayan fenomenoloji nesneleştirme bilimin başladığı yerde biter. Yani fenomenoloji tamamen başka bir anlamda ve tamamen başka ödevleri tamamen başka yöntemleri olan bir bilimdir. Husserl’in fenomenolojiyi bir bilim olarak ortaya atmasının amacı: yaşayan insan üzerine geri dönerek felsefeyi yeniden canlandırmaktır. Böylece fenomenoloji, her günkü gerçek dünyada deneyimlediğimiz halleriyle şeylerin kendilerine dönerek onlar hakkındaki tüm yargıları paranteze alacaktır. Husserl için fenomenolojinin özü tıpkı bir fiziksel nesnenin algılanması gibi algılanabilir olan sezgisel bir içerik ya da nelik bilgisidir. Bunun için fenomenler hakkındaki tüm önyargılar paranteze alınması gerekir. Bu bağlamda ‘ayraca alma ‘ önyargıları ayraca almak demektir. Bu da düalizmi yok etmek anlamına gelecektir.
Levinas; Husserl’in Descartes, Berkeley ve doğalcılıktan ayrıldığı hususlara işaret ederek onun bilinç-varlık ilişkisine yaklaşımını inceliyor. Husserl, dışsal şeylerin varoluşuyla bu dışsal şeyler bilinç için varoluşu arasındaki karşıtlığı, ‘şeylerin kendilerini somut yaşamda sundukları’ postülasını vazetmek suretiyle aşmayı deniyor. Başka türlü ifade edersek fenomenler dünyasını kendisi somut yaşamımızın varoluşunu oluşturmaktadır.
Husserl’in amacı: bireysel bilinçlerde nesnel bilginin nasıl olup da bulunduğunun fenomenolojik açıdan gösterilmesidir. Bu şekilde dünyanın yapısı gereği zorunluluklaözneler arası olduğu da ortaya konulacaktır. Öncelikle doğal tavırla kendimizi ve tüm nesneleriyle birlikte dünyanın varlığını kabul etmektir. Doğal tavrın askıya alınması ise epistemolojinin her türlü aşkınlık iddiası paranteze alınarak korunmasıdır. Husserl’in anladığı deneysel alanı, rastlantısal alanıdevre dışı bırakmaktır. Öze ulaşmak isterken öz ile ilgili olan deneysel verileri devredışı bırakmaktır. Fenomenolojik indirgemeyle nesnel dünyanın gerçekliğine bütün varsayımlar dışarıda bırakarak ve saf bilinç içeriklerine dayanılarak nesnel bilgiye ulaşır. Yani fenomenolojinin bir öz araştırılması olduğu, tüm önyargılardan soyutlanan ve saf bilinç içeriği yani saf içkinlik olarak betimlenen fenomenler Husserl açısından özlerdir.
Bilinç kavramı etkin uyandırılmış bilincin merkezi konumundan fazlasını içerir. Her algılama dışta tutmadır. Düşünme düşünüleni, ona eşlik eden ve kendiside bir Herausfassung’un nesnesi olabilen bir arka plandan veya bu şekilde koparak kendisini kılar. Bu son durumda, ilkin bakışta tutulmuş olan şey, bilincin alanından bütünüyle kaybolmaksızın arka plana düşer. Bu tür marjinal karşıt olarak merkezi bilinç, kendi başına algının esasını oluşturmaz ve dikkat yoluyla Herausfassung biçiminde tezahürü onun yalnızca özgül bir durumunu teşkil eder. O bilincin tüm edimlerinde bulunabilir: anı, imgelem, zevk, korku, istenç, sevgi vs. algılanmış olmayan maddi bir şeyin var oluşu, onun sadece algılanabilirliğinde yatan fiziksel nesnenin bilince göre var oluşu bu şekilde anlaşılabilir. Peki ama fiziki nesne bilince bağlanmadan var olma imkanı nasıldır?
Söz konusu olan yalnızca fiziksel nesnenin varoluşunun kendilerini onda duyuran bir veçheler çokluğuna bağlı olması değildir. Dahası şu ki, bu veçheler asla şey hakkında son sözü söylemezler: hükmen sayıca sonsuzdur onlar. Verili bir anda gördüğümüz veçheler, daima gelecek başka veçhelere işaret ederler ve bu böyle sürer gider. Şeyler asla bütünüyle bilinmez: onlar değin algımızın upuygun olmayışı özsel karakterdedir.
Fenomenolojinin böylesine bir misyonla gelişmesi elbette bu şekilde kalmamış: bazı düşünürlerin eleştirilerine maruz kalırken, bazıları tarafından da ileri taşınmıştır. Descartesçı özne merkezciliğinin ortadan kalktığı, özne ve nesnenin birlikte söz edildiği bir düşünce tarzı olan fenomenolojinin yine de epistemolojinin tam olarak kopmasının sebebi neydi? Bu soruya verilebilecek en uygun cevap herhalde fenomenolojinin bir yöntem olarak kullanılması olacaktır. Her ne kadar Husserl fenomenolojisi Descartes’ın gibi görünse de yöntemsel olduğu için Descartes’ı takip etmektedir. Yukarda da belirtildiği gibi fenomenoloji ortaya bir yöntem olarak çıksa da, asıl amacının felsefeyi yeniden canlandırma fikri önemsenecek bir yöntem olarak karşımıza çıkıyor. Buradan da yola çıkılarak Descartes’ın bir fikir danışmanı olarak geleceğe ne kadar katkı sağladığı sonucuna varabilir. Bu bağlamda Husserl de bilincin özünü belirlemek için, Descartesçı cogitoda içerilen fenomenlerin bütününden yola çıkarak belirlemeye çalışır. Ve yine Levinas, Husserl fenomenolojisini açıklarken öznenin varlığa ulaşıp ulaşmayacağını ve nasıl uluşılabileceğini görme gayretinde olduğunu görüyoruz. Eğer nesneye değin fikrin bizzat kökeninin öznenin somut yaşamında bulunduğu ve öznenin nesneye ulaşmak için bir köprüye, - yani bilgiye- ihtiyaç duyan bir töz olmayıp öznenin özneliğinin gizinin onun nesnensin önünde buluşunda yattığı bir kez kavrandımı tüm bu problemin yapay olduğu açığa çıkar. Demek ki, şeylerin tezahür kipleri bu varolan şeylere bilgi süreçleri yoluyla eklenen karakterler değildir; ama bu kipler şeylerin bizzat var oluşlarının oluştururlar. Bütün bunlardan yola çıkarak var oluşumuzu bilince bağlayacaktır. Kalkış noktası olarak bilinci alacaktır.
Husserl’in bilincin özünü belirmek için, Descatesçı cogitoda içerilen fenomenlerin bütününden yola çıktığını belirtmiştik. Modern felsefenin kurucusu olarak kabul edilen Descartes kendisini özde düşünen bir şey olarak ortaya atması, onun düalist olması için tek başına yeterli değildir. Ama Descartes VI. Meditasyonda kendini gerçekten bir ruh veya zihin olduğunu ve bedeni varlıktan ayrıldıktan sonra da var olmaya devam edeceğini savunur. Bu iddia kesinlikle düalist bir iddiadır. VI. Meditasyonda iki amaç vardır. Birincisi, maddesel şeylerin var olduğunu gösterir. İkincisi ise zihnin bedenden ayrı olduğunu göstermektedir. Descarte’ın zihin beden probleminin değindiği baş yapıttır Meditasyonlar.
Descartes da bir yöntem kullandığını biliyoruz. Onun yönteminin her şeyden şüphe ederek yola başlamasıdır. Dışardan gelen her şeyden şüphe ediyor. Dışardan gelen her şey yanılgı olabilir, yanlış olabilir ama şüphe duyduğu taktirde, düşünen bir varlık olarak kendinden şüphe etmemeye başlıyor. Ve böylece Descartes’ın ünlü önermesi ‘cogito ergo sum’ radikal bir şüpheden yola çıkarak sarsılmaz bir çıkış noktası buluyor. Böyle kesin bir bilgi ile çıkarımda bulunan Descartes aynı zamanda gerçeğin ölçütünü ve örneğini de elde etmiş oluyor. Burada bizi ilgilendiren kısım ‘cogito’ kavramıdır. Ve Husserl’in kimden etkilenerek fenomenoloji yöntemini geliştirdiği konusunda Descartes bizim için önemlidir.
Konumuz olan bilince geri dönersek; bilinç akışı kendini daima, mutlak bir şey olarak içkin algıda sunar, mutlak bir şey olarak: birbirini karşılıklı nakzedilen ve yakabilen ve sonuç itibariyle de beklentimizi boşa çıkarabilen bir fenomenler dizisi temelinde kestirimlenen bir nesne olarak değil ama neyse o olan bir şey olarak. Dışsal şeylerin algısının hilafına, içkin algı upuygundur. Bilincin var olma anlamı yalnızca bir düşüncenin nesnesi olarak var olmaktan ibarettir. Bilinç, nesne olmadan da vardır. Burada bilincin gönderdiği dışsal nesnelere karşı olarak, bilincin vardığı içsel algı karşısındaki bağımsızlığı ifade eder.
Bilincin varoluşunun özgül kipi, mutlaklığı ve düşünceden bağımsızlığı, bilincin kendisi için varoluşundan ifadesini bulur ki bu, bilincin düşünüm tarafından şu veya bu şekilde nesne olarak alınışına önceldir. Bilinç, daima kendinde mevcut olacak tarzda var olmaktadır. Var olan ve mevcut olan veyahut da, öyle söylemeyi tercih edersek, zaman fenomenolojik bilincinde oluşturulmuş zamansal birlik olarak her Erlebnist şu veya bu şekilde kendinde, algılanan nesneye benzer bir tarzda kendi varlık karakterini taşır. Bilinç Erlebnistlerin varlığını oluşturur. Özetle bilinç, kendini bir mutlak varoluş küresi olarak sunar. Bu mutlak varoluş, cogitonun kuşku götürmez karakterini ifade etmez yalnızca, dahası bilincin bizzat varlığının pozitif yönü olarak kuşkulanmadan cogitonun imkanını da kurar.
Descartes, cogitonun apaçıklığının kaynağına inmemekte ;sadece kökenini mümkün kılan bilincin varlığında aramaktadır. Descartes’a göre var oluşun anlamı bir mesele oluşmamaktadır. Var olmanın her zaman ve her yerde aynı şeyi imlediği fikri tarafından yönetilen Descartes, bilincin var olduğunu göstermiş olduğu gibi, dış dünyanın da var olduğunu göstermek istemektedir. Husserl’de bilinç ise, cogiti var olduğu için, zorunlu olarak var değildir. Ama bu zorunlu varoluş bir cogitoyu buyur eden varoluştan başka bir şey değildir.
Descartes’e göre ruh bir tözdür: uzamsal töze koşut olarak var olan ve yalnızca varoluşuna değin sahip olduğumuz kesinlikle uzamsal tözden ayrılan bir töz. Descartes’ta, cogitonun özgül hali, bilincin tözselliğinin içsel hali olarak anlaşılmaz.
Husserl’in ilerlediği nokta buradadır. Cogitonun apaçıklığı, bilincin varoluş kipinde temellenir. Dışsal şeylerin tezahürünün onların bizzat varlığını benimsediğiyle aynı tarzdadır. Bu iki bilme kipi arasındaki farklılık, bir az veya çok ile sınırlı değildir. Ama bu bir doğa farklılığıdır. İçsel algının upuygunluğuyla dışsal algının upuygun olmayışı bunları birbirinden ayırır. Husserl’in Descartes’a nazaran ileri attığı adım, bir nesnenin bilgisini, onun varlığından ayrı tutmayışında; bir nesnenin bilgi kipinde onun varlık kipinin karakterliğini ve ifadesini görmesinde yatar. Bu yüzden Husserl’in felsefesinde, ilk kez olarak, bilgi kuramından varlık kuramına bir geçiş imkanı vardır. Böylece varlık kuramı, bir yandan, kendini bilince kendini gösteren varlığın özünü dolaysızca incelemekten; diğer yandan ise nesnelerin farklı bölgelerinin varoluş kipinin incelemekten ibaret olacaktır. Ve yine Husserl açıkça ifade eder ki bilincin varoluşu basitçe olgusaldır.
Burada önemli bir nokta da bilinç var oldukça uzamsal varoluşun bir hali olan var-olmayış imkanını içermez. Yani bilincin var olması öznel fenomenler dizisi içerinde algılanmak anlamında değil, kendinde mevcut olmak anlamına gelir ki bilinç böyle bir şeydir. Ama bu bizi dış dünyanın var olmadığı sonucuna götürmemeli. Hem bilinç hem de dış dünya vardır. Ama farklı iki kip şeklinde vardırlar. Asıl değinildiği nokta: bilincin varoluşunun mutlak olduğunu ve bilincin, kendi varlığının garantisinin yine kendisi, kendisinde taşıdığını, oysa varlık anlayışının bilince göndermede bulunduğunu ve onu varlığın kaynağı olduğunu varsaydığını göstermektir. Bilinç, yalnızca o, bilinçle karşılaştırmanın, ona belirlemenin belli bir kipi olan dünyanın varlığını bize anlaşılır kılar. Bu bağlamda dış dünya vardır , olduğu şeydir. Ama onu yalnızca bir fenomen olarak görmek onun varoluşunun anlamını aydınlatmaktır.
Bize kendini sunan bilincin varoluşunun karakterliği, veçhesi yönelimselliktir; bu, her bilincin yalnızca bir bilinç olmadığı, ama dahası bir şeyin bilinci olduğu, yani nesneyle bir ilişkiye sahip olduğu olgusudur. İlk bakışta yönelimsellikle ilgisiz görünen yaşantıya değin daha genel bir kavramdan yola çıkıyor.
Erlebnisten, geniş anlamda, bilincin akışında bulunan her şeyi, sonuç olarak, yalnızca yönelimsel Erlebnisleri, edimsel ve gücül düşünceleri… değil ama, bu akışta onun somut kısımlarında gerçek olarak bulunan bir şeyi anlıyoruz. Yönelimsel bir erlebnisin somut birliğini kuran tüm gerçek öğeler, yönelimsel kararktere, yani bir şeyin bilinci olma özelliğine bizzat sahip değildir. Örneğin bu bir şeyin algısal görüsünde öylesine bir rol oynayan tüm duyu verileri için sözkonusudur. Örneğin renk, ses, dokunma, hapsurma, acı, ılık vs. gibi öğeler yönelimsellikten olduğu halde bilincin tüm alanlanında bulunurlar. Ve orada maddi veya hyletikolarak adlandırılan özel bir katmanı oluştururlar. Fenomenolojik bir disiplin bu katmanı konu alır ve onun ne olduğunu belirler.
Ve yine Erlebnislerin varoluşları onları bilinçlilik kararterinde olduğu kadar bu noktada da kendini ifade etmektedir. Terimin yüklü anlamında bilinci karakterize eden ve aynı zamanda ona tüm yaşantı akışını, bilinç akışı olarak ve bilincin birliği olarak adlandırma hakkını veren yönelimselliğin kendisidir. Yönelimsellik, öznenin öznelliğini oluşturur. Öznenin bizzat tözselliği, kendini aşmada yatar. Özneyle nesne arasındaki ilişki problemi, varoluşu, kendi kendine dayanan şeylerin imgesi uyarınca tasavvur eden tözcü bir ontoloji tarafından haklılaştırmaktadır. Yönelimsellik fikri, özne-nesne ilişkisine değin ortaya atılan problemi aşmaya imkan vermektedir. Nitekim dünyanın varoluşu, varlığın bütün alanlarına uygulanabilecek boş bir biçim değildir. Çünkü istenç, arzu, öfke vs. tasarım kadar, dünyanın varoluşunu oluşturan yönelimlerdir. Yoksa nesnelerle tüm ilişkiden soyundurulmuş bilinç öğeleri değildir. Bu yüzden dünyanın bizzat varoluşu, her farklı alanda farklılaşan zengin bir yapıya sahiptir. Söylenenler yönelimsellğin, tüm bilinç formları için kurucu olduğunu göstermektedir.
Sonuç olarak gerek gücül cogito gerekse edimsel cogito bir şeyin bilincidirler. Yönelimsellik bilincin bizzat özü olarak belirir. Yönelimsellik kavramı, onu tasavvur ettiğimiz şekilde, şu geniş ve belirsiz bir şekilde anlaşıldığında, fenomenolojinin başlangıcı için birincil ve zorunlu, temel bir kavramı ifade eder. Belirttiği genel olgu, şeylere değin daha yakından bir incelemeden önce, son derece muğlak olabilir; hatta, belgin ve açık seçik bir çözümlemeyle, tam anlamıyla yönelimselliğin saf özünü oluşturan şeyi ortaya çıkarmak ve yönelimselliğin kendinde bileşenler olarak içerdiği somut şeylerle kendine yabancı diğer bazı başka şeylerle göstermek son derece zor olabilir. Yine de yaşantıların yönelimsel olduğunu kabul ettiğimizde ve onların bir şeyin bilinci oldukları söylendiğinde, onlara tam ve kesin bir bakış açısından yaklaşılıyor. Nihayetinde eğer bilinç yönelimsel karakterleri bu surette adeta kuşkunun ötesindeyse; artık kurulmayan nihai gerçeklik olarak içsel yönelimsellik kendi varoluşunu yaratıyorsa; ve eğer, sonuç olarak Husserl’de, her duyumcu sav duyum kavramından dışlanıyorsa, bilinç dünya ile ilişkisine değin başlangıçtaki problemimiz orada duruyor demektir. Yani bilincin, bilinçlilik karakterini oluşturan bu içsel yönelimsellik kendi kendine yeterli olup olmadığı, aşkın bir nesneye doğru yönelen yönelimsellik, bilince nazaran yeni bir fenomen olup olmadığı yorumunu yaparak Levinas yine bilinç hakkındaki muğlaklığı gözler önüne seriyor.
KAYNAKÇA
Gözel, Özkan: Levinas, Say Yayınları, İstanbul 2012
Husserl, Edmund: Fenomenoloji Üzerine Beş Ders, çev. Harun Tepe, Bilgesu Yayınları, Ankara 2017
Levinas, Emanuel: Tanrı Ölüm ve Zaman, çev. Işık Ergüden, Dost Kitapevi Yayınları, Ankara 2011
Levenas, Emanuel: Zaman ve Başka, çev. Zeynep Direk, Metis Yayınları, İstanbul 2005
Storig, Hans Joachhim: Dünya Felsefe Tarihi, çev. Nilifer Epçeli, Say Yayınları, İstanbul 2013
Çüçen, A.Kadir: Bilgi Felsefesi, Sentez Yayıncılık, İstanbul 2012
Yorumlar
Yorum Gönder